Pazartesi, Temmuz 28, 2008

Mardin

Ankara’dan gelenleri Diyarbakır’dan ayrılacakları gün Mardin’e götürdüm. Bu seyahatteki izlenimlerim ve çektiğim fotoğraflar bu yazının konusu.

Mardin’e Diyarbakır tarafından girişi herhangi bir şehre girdiğinizi düşündürtse de tepeye tırmanıp Eski Mardin’e ulaşınca; hem 2008’de olup, hem geçmişte olmak, hem Türkiye’de olup, hem bambaşka bir diyarda bulunmak ne demek anlıyorsunuz. Mardin’in bendeki hissiyatı budur.

Mardin; daracık sokakları, bu sokaklarda ulaşımı sağlayan eşekleri, bu daracık sokaklardan geçip, herhangi bir yüksek yere çıkıp da izleyebileceğiniz güzeller güzeli Mezopotamya ovası, her daim canlı pazarı, bizim de fotoğrafımızı da çeker misiniz diyen, muhtemelen yazın gittikleri Kuran kursundan dönen kızları, Ulu Cami’den çıktıktan sonra hemen soldaki, her gittiğimde kafasını makinesine gömmüş bulduğum terzisi, taşı, bu taşlardan yapılmış evleri ve camileri, bize de buyurun diyen güler yüzlü teyzesi, gümüşçüleri, benim gittiğim gümüşçüdeki ‘Matilda’sı ve bu dükkândaki Hıristiyan ve İslam motiflerinin bir arada bulunması ile kendimi iyi hissettirdiği ve her ayrılışımda beni, “ben buraya bir daha gelirim” düşüncesi ile baş başa bırakıp, yüzümde bir gülümseme ile uğurladığı için güzel.

Umarım ki o daracık sokaklar, şu an içinde bulunduğu pislikten kurtulur ki Eski Mardin’in en büyük sorunu bence budur.

NOT: Fotoğraflarda gördüğünüz şirinler şirini iki kızdı bana, bizim de fotoğrafımızı çeker misiniz diyenler. O kızlara sadece fotoğraflarının çekilmesi yetti. Benden fotoğrafta nasıl göründüklerini sormadılar, suretlerini merak etmediler, herhangi bir şekilde kâğıda basılmış halini istemediler, sadece fotoğraflarının çekilmesini istediler, bunu isteyecek kadar cesur, ama aynı zamanda bununla yetinecek kadar da kanaatkârdılar. Bu yüzden de sanırım aklımdan çıkmayacak bu kızlar.

Hiç yorum yok: